15-16haziran…Düş değil bu hayal değil he hey be hey
Yetmiş bin dev işçim kalktı yürüdü!
Kokuşmuş düzene sahip çıkanın
Alnının çatına baktı yürüdü!…

15-16 haziran; büyük işçi direnişinin 1970’teki adıdır. Binlerce işçi İstanbul ve Kocaeli’de iş bırakıp ilçelerden merkezlere doğru çoğala çoğala yürümüştür. Ilk gün 70 bin olan diren’işçi sayısı ikinci gün 150 bine ulaşmıştır. Binlerce işçinin yürüyüşe geçmesinin sebebi ise sermayenin hizmetkarı ve temsilcisi olan Demirel hükümetinin çıkarmaya çalıştığı 274 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasasıdır. Çalışma yaşamını ve sendikaların mevzuatını düzenleyen bu yasa ile hedeflenen amaç ise sendikaların mevcut hükümetin  dolayısı ile sermayenin güdümünde yani “sarı” olması buradan hareketle Türk-iş’ten DİSK’e işçi akışını önlemek ve DİSK’i fiilen yok etmekti. Burjuvazinin oyununu bilen işçiler sendikasına sahip çıktı, yürüdü ve bu oyunu bozdu.

Direniş gününde polisin açtığı ateş sonucunda 5 işçi öldü, onlarca kişi yaralandı, çok sayıda işçi gözaltına alındı. 16 haziran akşamı sıkıyönetim ilan edildi. Sonrasında sıkıyönetim mahkemelerinde işçiler, öğrenciler, sendikacılar, DİSK yöneticileri hakkında dava açıldı. Sanılmasın ki işçi sınıfı yenildi, alt edildi! 15-16 haziran direnişi ilk meyvesini işçi sınıfının örgütlülüğüne, sınıf sendikacılığına düşman olan yasanın iptali ile verdi. Türkiye İşçi Partisinin ve CHP’den bağımsız olarak Bülent ECEVİT ve Erdal İNÖNÜ’nün anayasa mahkemesine yasanın iptali için başvurusunu görüşen Anayasa Mahkemesi yasayı Anayasaya aykırı bularak 8-9 Şubat 1972 tarihinde ortadan kaldırdı. Bu büyük işçi direnişi bize sendikanın, örgütlenmenin ne kadar önemli olduğunu göstermiştir. 15-16 haziran direnişinden çıkarmamız gereken en önemli ders şudur; ”Gücümüz birliğimizden gelir!”

İşçi sınıfının örgütlendiğinde neleri değiştirebileceğini gösteren tek direniş bu değil elbette! Bu direniş Türkiye işçi sınıfı tarihinin en görkemli, en örgütlü direnişidir ve kazanımla son bulmuştur. Öncesinde Kavel Direnişi vardır; İşverenin (Emin AKTAR, Vehbi KOÇ, Eli BURLA) işçilerin mesai ücretlerini ve yıllık ikramiyelerini ödememesi sebebiyle 1963 yılında 36 gün süren, toplu sözleşme ve grev hakkının nasıl kullanılacağına ilişkin bir yasal düzenleme olmadan ilk kez kullanıldığı direniştir. Bu direniş ülkemize Sendikalar ile Grev ve Lokavt Kanununu kazandırmıştır. 1968 Derby Lastik Fabrikası işgali vardır; Lastik-İş üyesi işçiler sendika seçme özgürlüğünü kullanmak için referandum talebiyle bu işgali gerçekleştirmiş ve demokratik bir yöntemle işçilerin kendi iradelerini ortaya koyacak referandumun yapılmasını sağlamışlardır. Sonrasında işçilerin özlük hakları ve halkın siyasal hakları için mücadele verdiği 1976 DGM direnişi vardır, ‘DGM’yi ezdik sıra MESS’te!’ sloganıyla başlayan Madeni Eşya Sanayicileri ve İşverenleri Sendikası (MESS) ile DİSK’e bağlı Maden-İş Sendikası arasında yaşanan toplu sözleşme mücadelesinin yaşandığı 1978-1980 MESS Grevleri vardır. Ardından 1980 Tariş Direnişi gelir…

1980 yılına kadar büyüyen, ’77 Kanlı 1 Mayısı’nın bile engelleyemediği sendikal ve siyasal örgütlülük 12 Eylül Darbesi ile yaralanır. Sermaye sınıfı sömürü düzenini devam ettirmek, zenginliklerini korumak, karlarını daha fazla paylaşmamak için silahlı güçleri yönetime el koymaya çağırır, sendikalar kapatılır, grevler yasaklanır.. Herkes bilir ki öldürmeyen güçlendirir! Çok değil 6 yıl sonra 1986 Netaş Grevi ile yeniden başlar işçi direnişi, 3150 işçiyi kapsar, 93 gün sürer ve kazanımla sonuçlanır. Ardından Derby Jilet, Dizel Motor grevleri gelir. 1987 Migros, Devlet Demiryolları, Kazlıçeşme Deri işçilerinin grevleriyle devam eder. 1991’de gerçekleşen 100  bin maden işçisi ve ailelerinin katıldığı Büyük Madenci Yürüyüşü vardır… Tekel direnişi vardır hepimiz hatırlarız.

Ve elbette tüm bu direnişlerin bize bıraktığı yolumuzu aydınlatan miraslar vardır. Meşrulaşmak ve kazanmak için örgütlenmenin ne kadar önemli olduğunu gösterir. Bu direnişlere salt işçilerin haklarını almak için kendi aralarında konuşup birden harekete geçtikleri direnişler olarak bakmamalıyız, çünkü bu grevlerin arka planında işverenin, devletin muhatap almak zorunda olduğu örgütlü bir duruş; sendikalar vardır. Sendikalar birlikten gelen gücün vücut bulduğu yerlerdir. Sosyal ve ekonomik hak taleplerinde bulunabilmek, hak kaybı yaşamamak, konuştuğunda dinlemek zorunda kalacak muhatap bulmak için sendikal örgütlülük olmazsa olmaz bir gerçekliktir.    Bunun böyle olduğunu patronlar da bilir ve onlar da kendi işveren birliklerini kurmuşlardır. Kendi çıkarları için örgütlü hareket etmektedirler. İktidardakiler de sermaye sınıfının bu örgütlülüğüne taşeron aracılığıyla destek sunmaktadır. Çünkü taşeronda güvencesizlik hat safhadadır. Kamu kurumlarında taşeron işçi sayısı 108 bini Sağlık Bakanlığı’nda olmak üzere topam 175 bin kadardır. Çalışanların sosyal güvenliğinden sorumlu olan Çalışma Bakanlığı bile taşeron işçi çalıştırmaktadır. Taşeronun tek bir amacı vardır; ucuz, güvencesiz, örgütsüz çalıştırmak!

Nerde olursan ol, hangi iş kolunda çalışırsan çalış aç gözünü mücadele edenlere bir bak,  hangi sendika seni kapsıyor, senin hakkın için neler yapıyor öğren, sıyrıl kabuğundan, güç ver sendikana! Her “olmaz, birşey değişmez!” dediğinde dön işçi sınıfı tarihine bak; “Hak verilmez, alınır.” şiarını unutma!

Örgütsüz güç, güç değildir.
Gücümüz birliğimizden gelir!