AKP’nin hazırladığı Anayasa metnini yakında referandumda oylayacağız. Parlamentodaki dengeler mevcut haliyle kalırsa, benzer referandumlara giderek alışmamız gerekecek. Ama, bir yandan referandumlara alışırken, öte yandan bünyemizin alışkın olmadığı tepkiler de vermemek gerekiyor.

AKP’nin Meclisteki çoğunluğuna dayanarak yaptığı değişikliklerin Anayasa Mahkemesi’nce kimi rötuşlarla onaylanmasının ardından, toplumda “Evet” mi “Hayır” mı sorusu etrafında bir kümelenme olmuştu. Sendikalar, odalar, işveren örgütleri, Meclis içi/dışı muhalefet tavırlarını açıkladılar. Maddeler öğrenildikçe daha net vurgularla pozisyon belirtilir oldu. Tutum almayanlar ise Başbakan tarafından kibarca tehdit edilip bir an önce Evet yönünde beyanda bulunmaya çağrıldılar.

Benim derdim, yukarıda sayılan kesimlerin içinde yer aldıkları cephe’lere dair değil; bu cephe’lerden bakanların karşılarında gördükleri şey’le ilgili. Söylemleri, burjuva siyasetinin gereği düzeysizliklerle bezenmiş “büyük” partileri kast etmiyorum. “Şunu al da git, boy değil soy, atma Recep atma, bunu söyleyen şerefsizdir” gibi özlü sözlerle süslenen sözde siyaset dili çok şaşırtıcı değil. Asıl şaşırtıcı olan “sosyalist” saflardakilerin tutumu. Özellikle bu referandum bağlamında sosyalistlerin birbirlerine karşı tutumlarının bu denli kırıcı olmasını gerektirecek olağanüstü bir değişim olduğunu düşünmediğim için birbirlerine karşı düşmanca haykırışların çok garip göründüğünü söylemek isterim.

Bu tespitimi cephelerden Evet ve Hayır için değil, özellikle aynı saflarda olması gereken Hayır/Boykot cephesi için dillendiriyorum. Çünkü, bugünkü yasalara göre, referandumda sadece “evet” ve “hayır” seçenekleri vardır. Durum, siyasi “meşruiyet” açısından değil, “yasal açıdan” böyledir. Neticede, referandumun onaylanması sadece “katılanlar” üzerinden hesaplanmakta; seçmenlerin bir oranın altında kalması durumunda referandum hükümlerinin iptali ya da geçersiz sayılması yoluna gidilmemektedir. Bu nedenle, “boykot”, “sandığa gitmeme”, “gidip de geçersiz oy kullanma” yöntemleri vicdani düzeyde bir anlam taşımakta, fakat siyaseten etkisiz ve pasif bir yaklaşıma tekabül etmektedir. Bunun istisnası, eğer hedeflenen bir bölgede, ezici bir çoğunluğun sandıklara gitmemesi sağlanırsa, bugün için vicdani bir tutumdan öte sayılamayacak boykot çağrısı siyaseten de etkili hale dönüştürülebilir. Ancak sandık boykotunun siyasi bir sonuca ulaşması, tüm boykotçuların ortak nedenlerle sandığa gitmedikleri biliniyorsa mümkündür. Bu da BDP’nin belediye başkanlıklarını elinde tuttuğu ve siyaseten halk nezdinde en etkili yapı olduğu bölgeler haricinde uygulanması pek mümkün görünmeyen bir siyasi çağrıdır.

Bu nedenle, referandum cephelerinin Evet ve Hayır olarak kabul edilmesi daha akla yatkındır. Bir yanda AKP ile birlikte Evet diyenler, öte yanda AKP’nin (veya ona benzer herhangi bir kapitalist partinin) tüm erki elinde toplamasına Hayır diyenler olarak 2 cephe halinde bloklaşmış durumdayız.

Boykot ise ayrı bir cephe olarak görülmemelidir. Boykot oyları, hem sonuçlara bir etkide bulunmayacağı, hem de Boykotçuların çoğunluğunun AKP muhalifi olmasından dolayı, siyaseten Hayır cephesinde sayılmalıdır.

Burada, tüm Evet, Hayır, hatta Boykot yandaşlarının aynı saiklerle evet, hayır veya boykot demediklerini de vurgulamamız gerekiyor. Temel noktalarda benzeşen sebepleri alt alta sıralamalarına rağmen “sonuç olarak” evet, hayır, boykot yaklaşımı sergileyen kurumlar var. O nedenle, daha önceleri görmeye alışkın olmadığımız tutumlar gözlenmekte.

CHP ile MHP’nin AKP karşıtlığında şaşılacak bir yan yok. AKP karşısında yok olmamak için farklarını ortaya koymak mecburiyetindeler. Ama, sermaye egemenliğine karşı asla köklü bir itirazda bulunmayan bu iki partiden MHP’nin, zaten 12 Eylül yasalarına dair bir eleştirisi yoktu. “Kendimiz içerideyiz, fikrimiz iktidarda” zihniyetinin faşist cunta anayasasına hayır demediği de malum. MHP’nin 12 Eylül yasalarına karşı ideolojik bir itirazı olmamıştı; itirazları “aldatılmışlık duygusu ile” mağdur olan yandaşlarından dolayıdır. 12 Eylül’de yenilgiye uğrayan komünist, devrimci, sol muhalefet ise o dönemin “mağduru değil, muhatabı” olduğundan asla bu şekilde yakınmadı.

Dolayısıyla, AKP’nin demokrasi talebinde bulunan tüm kesimleri yok sayarak, tamamen kendi ihtiyaçları çerçevesinde şekillendirdiği anayasa taslağına itiraz edenleri Hayır (artı Boykot) cephesi olarak sınırlamak mümkündür. Ancak, tekrar etmek gerekirse, Hayırcı cephede yer alıyor görünen CHP/MHP’nin itirazları ile sosyalistlerin itirazları arasında büyük bir uçurum bulunmaktadır.

Bu nedenle, yekpare bir Hayırcı cephe varmışçasına eleştiri getiren ve kendilerinin bu muhayyel Hayırcı cepheye dahil olmadığını belirtenler, en hafif tabirle “ayıp” etmektedirler.

Sosyalist örgütlerin iddia edilebilecek eksikliklerine rağmen kendi içlerinde demokrasi kültürünü azami biçimde yaşatmaya çalıştıkları bilinir. Bütün faaliyetler seçimli organlarda tartışılır, eğilimler belirlendikten sonra karar haline getirilir. Sosyalist örgütler daha homojen düşünce kalıplarına sahip olduklarından ve ilkeli yaklaşım sergileme mecburiyetlerinden dolayı, kritik aşamalarda nasıl bir tutum alacakları yaklaşık olarak tahmin edilebilir.

Sosyalistlerin son referandumda benzer bir tartışma süreci yaşadıklarını biliyoruz. Tartışma, Evet mi Hayır mı noktasında yaşanmadı. Kimlerin Evet kararı alabileceği, aynen Hayır gibi, sermaye egemenliğine, liberalizme, despotizme karşı nasıl bir ideolojik tutum alındığına bağlı olarak önceden tahmin edilebildi.

Ne var ki, Hayır tutumunda bu kez öncekilerden farklı olarak “taktik” bir farklılaşma yaşandı. Sermayenin, aralarında nüanslar bulunan ve emekçi kesimlere hiçbir yakınlıkları bulunmayan iki kesimini birden yok sayma (Boykot) ile bugün AKP’de cisimleşen siyasi erki cezalandırma (Hayır) arasında bir bölünme oldu. Bu bölünme sadece farklı örgütler arasında değil, aynı örgüt içinde yer alanlar arasında da yaşandı. Neticede, aynı örgüt içinde bile Hayır ve Boykot diyenlerin bulunduğu bir referandum öncesindeyiz.

Bölünmeler tarihte ilk kez olmuyor. Ama, fikri ayrılıkların böylesine taktik bir sorunda stratejik ayrışma düzeyine çıkartılıp derin çatlaklara yol açması da gerekmiyordu. Bu nedenle, Hayır ve Boykot diyenlerin birbirlerine karşı bu denli kırıcı olmaları çok yanlıştır, ilişkileri zedeleme tehlikesi içermektedir. Bu anlamda, bir yanda ezilenlerin ve emekçilerin boykot cephesi, diğer yanda toplumun tüm kesimleri hayır diyor diye birbirine karşıtmışçasına cepheler oluşturulması anlamsızdır.

Boykotçular açısından, davet edilen emekçi örgütlerinden DİSK’in ve Türk-İş’e bağlı 12 muhalif sendikanın aynı günlerde Hayır çağrısı yapması Boykotun kapsamayı amaçladığı alanı çok daralttı. İlaveten, BDP’nin Boykot’u bir pazarlık unsuru olarak ortaya koyması da Boykot’un gücünü iyice yitirmesine yol açtı. Öte yandan hızla oluşturulan sosyalist hayırcıların da boykotçuların ne kadar yanlış yolda olduklarını göstermek adına kullandıkları üslup da hayra alamet değil. Yapıcı değil.

13 Eylül’de yeni bir Türkiye mi

Tüm bu nedenlerle, sosyalistlerin yeniden bir üslup değerlendirmesinde bulunmalarını gerekli görüyorum. Sosyalistler arasında, hiç kimsenin 13 Eylül sabahında yepyeni bir dünyaya, yepyeni bir Türkiye’ye uyanacağımız beklentisinde olduğunu sanmıyorum. Bunu hem Hayır hem de Evet sonucu için söylüyorum. Kimi küçük kazanım veya kayıplar dolayısıyla stratejik yönelimlerimizin değişmeyeceği de malum. Bugünkü Hayırcı ve Boykotçu kesimlerin, şu anda birlikte oldukları gruplarla kalıcı bir cephe oluşturamayacaklarını da göz önüne alarak, 13 Eylül sabahında tekrardan bir araya gelecek olanların birbirlerinin geçici kararlarına karşı daha yumuşak ve sabırlı yaklaşımlar sergilemeleri gerektiği kanaatindeyim.

Erhan KAPLAN